Toplumsal Çöküş ve Kar Altında Deniz Düşü

Ali Ekber Kaypakkaya

İnsanlığın ezenler ve ezilenler olarak sınıflaşmasının yarattığı çatışmalar, savaşlar hâlâ bütün şiddetiyle sürüyor.

Prometheus’un tanrılardan ateşi çalıp insanlara vermesini anlatan mitolojik öykü, ezen/ezilen mücadelesinde mazlumun yanında yer alanların simgeleştirildiği arketip olay, insanlığın belleğinde hâlâ… Sonra Spartaküs’ün öncülük ettiği ayaklanma, Kerbela Vakası, Şeyh Bedreddin, Pir Sultan isyanları, Hallac-ı Mansur, Nesimi vakaları, Giordano Bruno’nun skolastik, katı hristiyan düşüncesine karşı can bedeli mücadelesi, Thomas Müntzer’in öncülük ettiği köylü isyanları, adlarını burada sıralamayamacağımız geçmişten ve yakın tarihimizden yüzlerce/binlerce örnek…

Dünya, ödenen bu bedellere rağmen gün geçtikçe daha kötüye gidiyor. "İlerlemeci" tarih anlayışına bakacak olursak, gelecek her zaman geçmişten daha iyi olacak. Şair Hasan Hüseyin de, Kızılırmak adlı eserinin anafikri olarak ilerlemeciliği benimser. Bu şiirinde Hasan Hüseyin, toplumsal hayatın akışını Kızılırmak’ın akışına benzetir. Daima hedefe odaklıdır Kızılırmak ve mutlaka denize ulaşacaktır. Ama nehirler kestirme bir yolları sevmezler. Zaten kestirme yol da yoktur. Kimi zaman dağları yarar, derin vadiler oluştururlar. Bazen engelleri aşmak için güç biriktiriler; setleri yıkarak ilerlerler. Kimi zaman da bulundukları noktadan çok gerilere doğru büyük yaylar çizerler, bir yolunu bulup denizle olan randevusunu kaçırmamak için. (Kuomintang güçleri karşısında güçsüz kalan Çin Kızılordusu’nun gerilla savaşı vererek güç toplamak için uygun bölgelere “kaçış”ı gelir aklıma; meşhur uzun yürüyüş). Metafor, denize kavuşması “alın yazısı” olmuş bir ırmağın, Kızılırmak’ın akışını temel almış… Anadolu topraklarından Karadeniz’e ulaşmak için kimi zaman coşkun, kimi zaman sakin, kimileyin de hiç denize ulaşmayacakmış gibi geleceğe yönelen bu akış, Hasan Hüseyin’e göre bir devrimin yoluna benzemektedir. Doğrudur bütün nehirlerin hayali denizle buluşmaktır. Ama unutulan bir gerçek var ki, günümüzde, insan faaliyetlerinin olumsuz sonuçlarından biri olarak artık denizle buluşmayan büyük ırmaklar da var. Kovboy filmlerinden anımsarsınız belki Colorado Nehri’ni… Colorado’yu yeniden denizle buluşturan da insanlık.

Yani bir ırmağın denize akışının oluşturduğu döngünün, denizlerdeki canlıların, börtünün böceğin, kurdun kuşun ve insanlığın yaşam süreçlerine verimli bir ortam oluşturmak açısından “olmazsa olmaz”lardan olduğunu uzun zamandır biliyoruz. Döngü, şu veya bu şekilde, insanlık olsa da olmasa da mutlaka bozulacak veya muhtevası değişecek ve belki de başka bir yaşam formunu destekleyen bir döngüler sistemi ortaya çıkacak. Bir canlı türünün kendisiyle birlikte diğer birçok canlı türünün de sonunu getirecek şekilde nüfus yoğunluğunun artmasıyla veya dış etkilerin yol açtığı yıkımlarla (Dünyamızda, yanlış hatırlamıyorsam 4 kez hayatın sonlandığı ve yeniden başka başka türden canlıların egemen olduğu hayatların başladığını düşünecek olursak) insanlığın kendisiyle birlikte memeliler çağının da sonunu getirecek bir süreci tetiklediğini söylemek abartı sayılır mı, bilmiyorum.

Materyalist diyalektik felsefeye göre denge ve kaos iç içedir. Kaos olgusunu kavramak için annesinin, odasını “düzenleme”sinden sonra oğlumun verdiği tepki aklıma gelir: “Anne sen odamı topladıktan sonra hiçbir şeyi bulamıyorum. Bir daha odamı düzenleme, benim düzenimi bozuyorsun.” Kaosun içinde de bir düzen olduğu fikrine ve mutlak bir doğru arayışlarındaki beyhudeliğe bir gönderme olarak değerlendirilebilir bu.

Evrende hayatın kaynağının, (aynı zamanda hiçbir yaşama -şimdiki bilgilerimize göre- imkan tanımayan ve devasa belirsizlik yığını olarak görünen, fakat içinde bugün bizim de bir kısmını kurguladığımız/keşfettiğimiz fizik yasalarına göre anlamlandırabildiğimiz bir düzen barındıran) kaos ortamı olduğu söylenir. Bildiğimiz kadarıyla belirsizlikler, çatışmalar; ömrünü dolduran, yakıtı tükenen yıldızların makus talihi (genleşme, cüceleşme, karadelik ve süpernova) ve sonuçta ortaya çıkan radyoaktif dehşet ve tabiri caizse cehennem ortamı, karbon kökenli canlıların yaşamasını imkansız kılan bir durum yaratırken, aynı zamanda başka bir aşamasında, bu yaşam formlarının varlık nedeni de olur? Paradoks olarak algılanmaması gereken bu durum, “yıldız”ların ölümü, ışığının sönmesi; canlıların yaşam ışığının binbir muhteşem rengiyle yanmasının varlık nedeni… 

Belki insan türünün içinde de parıltılarıyla bütün diğer insanları gölgede bırakan yıldızlar birer birer sönüp, bir bütün olarak insanlığın ışığı yandığında, yani herkes yıldızlaştığında insan toplumu gerçekten özgürleşecek.

Belirli bir durumu ifade etmek için kullandığımız “denge”, “kaos” olarak ifade edilen sürecin içerdiği bir kavramdır. Denge durumu daima geçici ve görelidir. (Maddeler dünyasındaki değişimin özü, çelişki ve harekettir.) Belirli bir süre devam eden, sonsuz olmayan bu denge sürecinin ne yöne evrileceği veya bozulacağı konusunda, birbirleriyle tezat kuvvetlerin iç çatışmalarının durumu kadar dış koşullar da tayin edici bir rol oynamaktadır. 

İnsanlık tarihi de (diyalektikteki çelişki ve çatışma kavramının farklı ifadesi olarak gördüğüm) “kaos” ve “denge” kavramlarına bigane değildir. İnsanlığın görece bildiğimiz yazılı tarihini 10-12 bin yıl geriye götürebiliyoruz. Bu tarihten öğrendik ki, insanların birbiriyle savaşmadan geçirdiği günlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezmiş. Bunca yıkım ve savaşlara karşın, teknik ilerlemeyi en çok motive eden etkenlerinin başında geliyor askeri güçlerin ihtiyaçları. En büyük atılımlar, buluşlar, teknik ilerlemeler askerlerin savaş imkanlarını artırmak için icat edilmiş. Uzun bir süre kullanılıp yeni teknolojilere yerini bıraktıktan çok sonra bu eskimiş teknolojilerin diğer toplum kesimlerinin yararına sunulduğunu söylemeye gerek var mı bilmiyorum.

Kapitalist sistem günümüzde, 1. Dünya Savaşı öncesinde başlayıp 1929 yılında doruk yapan ekonomik ve toplumsal bunalımdan daha derin bir krizin içinde. Krizin yarattığı kaos ortamının mutlaka yeni bir denge sürecini de içerdiğini bilmekle birlikte, kurulacak yeni dengede, karşıtlardan birinin diğerini yok etmesi ve dolayısıyla kendini de inkarıyla sonuçlanacak sınıfsız topluma doğru adımlar mı atılacak, yoksa insan toplumunun çöküşüne ve bugüne kadar biriktirdiği bütün bilimsel, kültürel, etik değerlerin yıkıma uğradığı bir yozlaşma çağı mı başlayacak? Bunun yanıtını vermek için henüz erken. Yanıtın, insanların önüne koyduğu sorunları çözmek için hayata geçirecekleri teorik-pratik faaliyetleri çerçevesinde verileceğini düşünüyorum.

Bir perspektif kırılması (yanılsaması) veya fotoğrafçılığın teknik terimiyle paralaks hatası olarak değerlendirdiğim ve Robespierre’den miras kalan “ayakların baş, başların ayak olması” sloganında ifade edilen dünya tasavvuruyla, marksizmin sınıf çelişkilerini yok edecek ve sınıf tahakkümünün araçlarından biri olan devletin askeri-bürokratik aygıt olarak sönümleneceği teorisinin tezat teşkil ettiğini öne sürüyorum. Marksizmin, komünist toplumu, (bu toplumsal sistemin oluşum süreci içinde “yeni bir ayrıcalıklı sınıf”ın türemesi veya yeni “baş”ların hakimiyeti için değil), bütün ayrıcalıklara son vermenin teorisi ve pratiği olarak gördüğünü önemle vurgulamak istiyorum. 

Bir toplumsal dönüşümün maddi koşulları ne kadar uygun olursa olsun, ona öncülük edecek irade yoksa, bu durum toplumsal çürümenin ve yozlaşmasının kapılarını sonuna kadar açar. Burada şu noktayı özellikle vurgulamakta yarar görüyorum: Yozlaşma çağı barbarların çağı değildir. Yozlaşma ve çöküntülük durumu, barbarlık değildir. Bu konuda İbn-i Haldun ve ondan büyük ölçüde esinlenen Kıvılcımlı'nın barbarlık üzerine yazdığı tezlere katılıyorum. Barbarlık, yazılı kültürden yoksunluktur, “değerlerden” değil. Barbarların da yazılı olmayan değerleri vardır. Ancak, yozlaşmanın ve çürümenin insanlığın geleceğine katacağı derin bir karanlıktan başka asla bir şey yoktur. 

Mevcut toplumsal koşullar içinde “yeni bir dünya kurma” ya da “hayat başka türlü de yaşanabilir” düsturuyla kurguladığımız ütopik dünyanın karşısına, (“realite” adı altında), onu değiştirmek yerine boyun eğmeyi tembihleyen her türlü fikriyatın tamamen karşısındayım. Sözü Ülkü Tamer’e bırakıyorum: 

“Ölüm canın has yoldaşı

Diken gülün gönüldeşi

Kar altında deniz düşü

Kuranlara selam olsun"